Aşağıdaki duyuruya bir bakın, şaka değil, gerçek!…
Amerikan pirinci ile Türkiye’ de yöresel yemek yarışması!
Ülkemiz tarım ülkesiydi hani? Nerede bizim pirinçlerimiz? Toprak mı oldu hepsi? Amerika’ dan kasırga buralara geldi de pirinlerimizi uçurdu da vicdan azabı ile kendi pirinçlerini mi getirdiler veya? Aklı başında kafası çalışanların neler döndüğünü bildiklerini tahmin ederek satırları doldurmak istedim biraz da.

Tosya pirinci lezzet olarak Türkiye’ nin en iyi pirinci olarak ün yapmıştır. Bizim köyümüz de Tosya’ ya bağlı Yenidoğan köyü olduğundan pirinç köy halkının geçim kaynağını oluşturmakta idi. Geçmiş zaman fiili kullanıyorum, çünkü eskiden köylü pirinçten para kazanabiliyordu, ancak şimdilerde sadece kışlık yiyeceklerini çıkarmak için ekebiliyorlar. Elde ettiği ürünler Tosya pazarında ne yazık ki çok düşük fiyatlara alınıyor. Devlet teşvik primlerini çekmiş çiftçileri adeta “pirinç ekmeyin, pancar ekin” noktasına getirmiş. Ancak pancar eken çiftçi bu sefer devletin koyduğu kota ile karşı karşıya kalıyor. Dönüm başına getirilen kota yüzünden tonlarca ürün satılamıyor ve toprakta çürümeye terk ediliyor. Boşa giden emeğe mi yoksa boşa giden milli servete mi yanmalı?

Tabi karın doyurma derdindeki köylü halkını düşünen de olmayınca eğitimli ve teorik konularda bilgi sahibi olanlar ve köy halkı arasında mesafe oluşmuş oluyor. Hakkını aramaya mecali kalmayan insanlar da tarlalardaki zararlı böceklerden toprağı ve yabani bitkileri arıtmak için gerektiğinden çok daha fazla miktarlarda tarım ilacı kullanıyor. Gereğinden fazla kimyasal şırınca edilen toprak ise ne yazık ki üzerinde hiç bir işlem yapılmasa dahi kendini 7 yıldan evvel temizleyemiyor. Böylece bilinçsiz yapılan ekim toprakları verimsiz hale getiriyor. Yıllar sonra ise çiftçi hiç bir ürün ekemeyecek hale gelen toprağını kendine para teklif edenlere satıyor. O para teklif edenlerin kimler olacağını da tabi az çok tahmin edebiliyoruz.
Osmanlı imparatorluğunun çöküş döneminde de buna benzer şeyler olmuş aslında. O dönemlerde zorla imzalatılan gümrük antlaşması iç pazarı çökertmiş, dış pazar bağımlısı bir ülke haline getirmiş bizi. Şimdilerde basın yolu ile televizyonlardan, çoğu zaman dizi yolu ile, zenginlerin yaşantısı ön plana çıkartılarak insanlar özendiriliyor. Hayatında belki il görmemiş köylünün ayağına bankalardan yetkililer giderek, “öküzünü sat, kredi verelim sana son model traktör al” diyerek borç batağına sokmuşlar bir kısmını. Bir kaç yıl önce borcunun borcunu ödemeye çalışan köylüler, başa çıkamadıkları maddi bunalım sonunda buhran geçirip canlarına kıymaktadırlar. Basın bu gibi konuları vermektense, mankenlerin sevgilileri ile nerde ne yaptıklarını daha önemli buluyor elbette. Ancak basının bu kirli yüzüne alet olan gazeteciler ne yazık ki batacak gemide hep birlikte batılacağını göz ardı edip ceplerinin doluluğuna kafayı takmış olduklarından onlara ne söyleseniz sivrisinek saz olacaktır.
Ortaokulda iken Türkiye’ nin tarım ve sanayi ülkesi olduğunu öğrenmedik mi?
Peki ya şimdi?
Nerede sanayi, nerede üretim, nerede teknoloji?
Nerede çiftçilik?
Nerede hayvancılık?

Bundan 15 sene evveline kadar mandalar ile sürülen pirinç tarlalarımız ( Kimi bölgelerimizde hala manda veya öküzler kullanılmaktadır) artık son model traktörler ile sürülüyor. Peki ya borcun borcunu ödemek için kendi ömrünü bankalara ipotek etmiş olan insanlar o borçların altında ezilince, canına kıyınca, neredeyse tümü yabancıya satılmış olan bankalar yardıma mı koşacaklar? Veya da arkasında bıraktığı toprak parçalarına mı koşacaklar? Fiziki olarak paralara dokunmasa bile kağıt üzerinde imzaları ile akan para köylüyü traktör sahibi etmiştir belki, ama ömrünü bir köle gibi borç ödemeye mahkum ettiğini kimse hatırlatmamıştır ona. Peki ya bunlar olup biterken yerel ziraat odaları ne yapmaktadır? Hani çiftçinin eğitimi, birliği, daha iyi ürün üretmesi için kurulmuş olan kuruluşlar…O odalar dinlenme odaları olarak mı kullanılıyor? Veya bankalar hangi çiftçinin neye ihtiyaç olduğunu önce ziraat odalarına giderek mi öğreniyor sonra kol kola girip köylerin yolunu mu tutuyorlar?
Geriye ne kalacak topraklarımızı da kaybedersek?
Amerika’ dan pirinç gelmiş.Binlerce kilometre uzakta 50 koca eyalette yöresel! yemek yarışmaları bitmiş Türkiye’ de yöresel yemek yarışması düzenliyorlar. Vay be…
Amerikan pirinci, fransız nohutu, ingiliz buğdayı ve israil mısırı ile Türkiye yöresel yemek yarışmaları da düzenlenebilir demek ki ileride…
Belli formuller ile yetiştirilmiş pirinçler. Daha beyaz daha iri ve daha yapay tabi.
Serbest piyasa ekonomisi vardır diyoruz, adamlar gelebilir, istediğini de satar.
Alan alır almayan almaz. Doğrudur…
Ancak pek çok okulları bitirmiş sözde aydın geçinen bir kesim de hiç mi konuşmaz? Bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyetinde olan bu kesim yaşamının büyük bir bölümünü yurt dışında geçirdiği için belki bu tip olayları ufak tefek olaylar gibi yorumlayarak zamanını boşa harcamak istemeyebilir tabi. Peki ya düzenlenen bu yarışmalara katılan yarışmacılara ve yarışmaya destek veren ” milli aşçı”lara ne demeli? Herhalde onlar için yöresel yemeklerimizi yerel olmaktan çıkartıp Amerikan tarzı Türkiye yöreseline ait yemek türleri ortaya çıkartmayı düşünüyorlar. Hani füzyon mutfağından (füzyon Fr. fusion ,a. fiz. Birleşme, kaynaşma. Güncel Türkçe Sözlük) anladıkları da belkide budur! Kaynaştıracaklar, ama neyi? Kimliksiz ve kişiliksiz bir bütünleştirme çabası zeytinyağı ile suyu birbirine kaynaştırmak gibi abesle iştigal değil de nedir?
Değişmeyen ve banal bir pazarlama stratejisi ile birlikte kol kola yürüyen yabancı işletmeler ve bundan nemalanan aşçılar ne yazık ki ülkemiz üzerinde oynanan oyuna birlikte eşlik etmektedirler.
Olayların o kadar uzağında, farkındasız, geçmişinden bihaber, şimdiyi ise emperyalizmin uşağı olarak sürdürmeye boyun eğmiş ve bunlardan yola çıkarak geleceğinin kesinlikle olmayacağından emin olabileceğimiz bu işbirlikçi yerliler ( aşçı, gazeteci, üniversite hocası, doktor, her kesimden olabilir) ne yazık ki hiç de ihtiyacımız olmayan insanlardır. Ancak ne yazık ki varlardı, şimdide varlar, gelecekte de ne yazık ki var olacaklar.
Önemli olan toplumsal olaylara karşı hissiyatımızı hiç bir zaman kaybetmemeliyiz. Ve birilerinin istediği gibi uyuşturulmuş bireyler olmamalıyız ki, binlerce yıldır genetik kodlarımızda, hücrelerimizde taşıdığımız yüce bilgilerimizi unutmayalım, varlığımızı sonsuza değin sürdürebilelim.
Bu tipi ve beyni bozuk satılmış insanlar nasılsa ayıklanır…